26 Şubat 2012 Pazar

Uykuya Dair

kendimi bildim bileli uykuyu seven bir bünyeye sahibim. kesik kesik olsa da 24 saat uyumuşluğum bile var. bu sebepten ötürü baldan tatlı olan şey nedir şeklinde sorulan bilmeceyi hep bilmişimdir. aslında bilmece mi bu tam emin değilim ama onu sorgulamanın yeri bu yazı değil.

bilmiyorum bu kişilikle mi alakalı, yoksa tembellikle mi? açıkçası neye yorsam bir taraftan evet, bir taraftan hayır diyorum. hepsinin biraz biraz bu alışkanlığımda payı var sanıyorum. kendinle barışık yaşamanın faydalı bir şey olduğunu düşündüğüm için bu huyumla pek gocunmamaya çalışıyorum.

esasen bu durumun gocunacak bir tarafı da yok. çok uyursan en fazla kendine zararın olur. fiziksel olarak bir zararı var mı, varsa ne boyutta bir zarar bilmiyorum açıkçası ama yaşamaktan çalınan zaman benim kastettiğim zarar. düşünsenize yaşamak denilen şey bitecek vakti gelince. yani sınırlı bir şey. biz bunu uykuda geçirirsek yaşamımızdan da çalmış oluyoruz. derler ya hani uyku yarım ölümdür diye. sonunda ölüm zaten varken ne diye yaşamak işini yaparken yarım ölüme müptela olalım ki? ama bunu gel ve bedene anlat. olmuyor ne yazık ki.

ben insana dair bir konu hakkında bir şeyler söylemeden önce olabildiğine farklı yönlerini ele almaya çalışıyorum. belirttiğim farklı yönlerin ilki ise insanlıkla alakalı olan yön. şöyle ki bir durum şahsi bir durum değildir. yani dünya üzerinde bunca zamandır yaşayan onca insan oldu ve onlar da bir şekilde benzer durumlarla karşılaştı. belki adı, belki mahiyeti değişti durumun fakat onun insanlıkla olan alakasına hiçbir şüphe getirmiyor bu değişiklikler.

uykuya dair bir şeyler yazma fikrini edindiğimde de aynen bu şekilde uykunun insanlıkla olan alakasını düşündüm. sevdiğim için önce divan şiiri geldi aklıma, yine sevdiğim için enderunlu vasıf’tan bir beyit;

ben göz açmam hâbdan bîdârdır gönlümdeki
gerçi ben mestim velî hûşyârdır gönlümdeki


aşağı yukarı, “ ben uykudan gözümü açamıyorum ama gönlümdeki uykusuzdur. gerçi ben mest olmuş durumdayım ama gönlümdeki ayık durumdadır.” manasına gelen ve olabildiğine şerh edilmeye açık, tasavvufi öğeler içeren bu beyit üzerine bir şeyler yazmaya niyetlenmiştim ki sesi hafif açık durumda olan radyodan bağlamanın verdiği ve insanın gam telini titreten bir ses eşliğinde bazı kelimeler yükseldi;

uykuda mısın
sevgili yarim
uyan uyan
aç pencereni,
göreyim yüzünü,
uyan…


neşet ertaş o kadar içli, o kadar tasvir edici söylüyordu ki bir anda yanı başımda uyuyan biri var ve ben onun başında bu türküyü söylüyormuşum gibi hissettim.

bu bir işaretti sanki ve o andan sonra aklıma içerisinde uyku geçen türküler gelmeye başladı. sevdiceğine bigane maşukların anlatıldığı, aşıkların gönüllerinden dökülmüş biz kokan türküler.

şairim
zifiri karanlıkta gelse şiirin hası
ayak seslerinden tanırım
ne zaman bir köy türküsü duysam
şairliğimden utanırım.


demiş zamanında bedri rahmi.
köy türküsü şeklinde belirtmesi biraz kafa karıştırıcı olsa da türkülerin hissetmeyi bilene neler hissettirebileceğini çok iyi anlatmış üstad. öyle derin, öyle gerçekçi şeyler ki türküler içine dalıp geri çıkmak hiç mümkün gözükmüyor. hiçbir şey gözden kaçmıyor türkülerde, bazen neşe verici formda, çoğu zaman ise hüzün verici şekilde ne var ne yok bir bir söyleniyor.

uyku da bu derin dünyanın en çok kullandığı kavramlardan biri şüphesiz.

öncelikle bir erzurum türküsü,

şafak söktü yine sunam uyanmaz
hasret çeken gönül derde dayanmaz
çağırırım sunam sesim duyulmaz
uyan sunam uyan derin uykudan

nasıl bir dert, ne derecede büyük bir hasrettir bu? sevdiği insanın tek bir zerresine zarar vermekten imtina eden aşık onun bir an önce uyanmasını istiyor. dertten o kadar naçar ki imdat istemeye çalışırken sesini duyuramıyor. ölüm de gerçek.

aynı geleneğin bir başka ürününde;

yerdeki karıncalardan
sakınırım kıskanırım.


demiş aşığın bu çılgınlığının sebebi olan hasretin boyutlarını hayal etmek bile güç.

azeri ellerinde de aşık aynı aşık;

elma attım yasdığına dayandı
yasdığ da gızıl güle boyandı
sennen yatan o sunalar uyandı
uyan gözlerine kurban olduğum


demiş, ne güzel demiş. tıpkı kıbrıs ellerinde, magusa limanı’na bakarak ali’sine uyan diyen aşık gibi.

uyan ali’m uyan uyanmaz oldun
yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun

hüzün dedik ya hani, hüzün deyince aklıma gelir harput yöresinden yükselen bir avaz;

pencereden bir taş geldi
ben sandım ki mamoş geldi
uyan mamoş, uyan mamoş
başımıza ne iş geldi.


bekir hoca’nın, mamoş’un ve firdevs’in hikayesi.
neden sever ki insan bu acıyı, bu acıya yakılan ağıdı? ne için yüreğin dağlanması hep çekici olmuştur? sanıyorum bugüne kadar bu sorulara verilen en iyi cevap hilmi yavuz’a ait. çok uzunca, karmakarışık bir cevapta değil üstelik. kısacık ve çok net. “hüzün ki en ziyade yakışandır bize, belki de en iyi anladığımız.”

sadece uyanmayan sevgililer yok ki. maşuk ne kadar uyur olursa olsun aşığın gözüne damla uyku girmez. zira içeride sevgili vardır ve onu kaybetmekten çok korkar. hani diyor ya;

fikrimden geceler yatabilmirem

uyanmayan, uyumayanların yanında bir de uyananlar var ki onlar ne kadar derin izler bırakmış gönüllerde. uykudan uyanmış gözleri mahmur sevgiliden daha şirin biri var mıdır aşığın gözünde? hal böyle iken aşık eline sazını alıp bu duruma bir nağme demez olur mu hiç?

eyvanına vardım eyvanı çamur
odasına vardım elleri hamur
uykudan uyanmış gözleri mahmur
ömrümde görmedim böyle gelini


uykuya dair daha nice türkü vardır eminim. ilk planda aklıma gelenlerden bazılarından örnekler vererek bana hissettirdiklerinden birkaç cümle kurmaya çalıştım. gönülde bir ateş var ise her şekilde o sıcağı dışarı vurabiliyor. görmezden gelmek, hissetmemeye çalışmak boş bir uğraş. türküler de aynı şekilde tamamen insani öğelerden oluşuyor. “türküz, türkü dinleriz” diye bir cümle okumuştum bir yerlerde ve çok hoşuma gitmişti. bizi bize anlatan bu değerin mahiyetini çok güzel anlatmış bir cümlede.

hülasa bizi, bizi dinleyen bilir.


not: yazıda kullandığım fotoğrafların hakları sahiplerine aittir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder