Edebiyatın herhangi bir ürününe dair bir yorum yaparken aslına bakarsanız çoğu insan gibi ben de popüler olana karşı mesafeli yaklaşmayı tercih ediyorum. Yaptığımın doğru olup olmadığı konusunda net bir cevap olmadığı için o kısmından bahsetmeyeceğim ve benim görüşüm böyle diyerek bu kısmı geçiştireceğim.
Yaşım ve edebi yaşanmışlıklarım ilerledikçe,edebiyata ilgi duyduğum ilk zamandan beri farkında olmadan modern edebiyata geçiş aşamasında ortaya çıkan fecr-i ati topluluğunun "sanat şahsi ve muhteremdir" ilkesini savunduğumu anladım. Bana göre bir edebi eser sanatçının tamamen özgür iradesi ve var olan muhayyilesi ile oluşmuş olmalıydı. Sanatını toplumu bilinçlendirmek, doğruluğuna inandığı dünya görüşünü açıklamak için kullananların şahsına saygıda kusur etmesem de ortaya koydukları ürünlere karşı aynı hoşgörüyü gösteremiyordum. Bunun yanı sıra bir eserin herkes tarafından beğenilemeyeceğine inanıyor ve seçkin sanat ürünlerinin muhatabı olacağı seçkin zihinlerde arzulanan tadı bırakacağını düşünüyordum. İşte bu sebeple dönem dönem popüler olan ve "okur" diye tabir edilen kitlenin çoğunluğunun olumlu yahut olumsuz eleştirilerine mazhar olan eserlere karşı kontrol edilemez bir mesafe koymakta beis görmüyordum.
Gelişen ve mekanikleşen dünyadaki değişik yaşama alışkanlıklarının doğurduğu yeni yeni şeyler de edebiyat ve edebi esere olan bakışımızda daha fazla ön yargılı olmamıza zemin hazırlıyor ne yazık ki. Özellikle sanal alemin neredeyse tüm insanlığı eline almış olması benim görebildiğim en büyük problem şu anda. İşin garibi bu tespitimi de sanal alem vasıtasıyla yapıyorum. Biz insanlar gerçekten göründüğümüz kadar basit varlıklar olmayabiliriz.
Ben de büyüklerimizin bizlere "benim zamanımda.." diye anlatmaya başladıkları nasihatleri çok keyif almayarak dinlerdim fakat şu yaşımda (23 ün içinde) aynı cümlelerle bir şeyler anlatmaktan kendimi alamıyorum. Ne düşünürsünüz bilmem ama bu benim nazarımda korkunç bir şey. Düşünsenize şundan 10 yıl öncesinde hala çocuk sayılan ben bugüne baktığım zaman inanılmaz derecede farklı bir toplum gördüğümü fark ediyorum. Elbette dünya yerinde saymayacak, elbette toplum yaşadığı çağın gerektirdiklerinden kendine pay biçecek bunları inkar ettiğim yok, fakat kuşaklar arası çatışmanın sınırı gözle görülür biçimde düşüyor. Misal anne babalarımız kendi anne babaları ile bazı konularda anlaşamasa da istisnalar dışında genellikle benzer düşünce yapısında oluyorlar. Fakat günümüzde bizlerle aile büyüklerimizin arasındaki fark onların kendi aile bireyleri ile olan farkından çok ama çok fazla göze batacak seviyede. Belki biraz mübalağa olabilir fakat iki kardeş arasında dahi inanılmaz boyutta değişik düşünce yapılarının var olmasını doğal karşılayamıyorum.
Konunun edebi eserle alakalı kısmına tekrar dönmek gerekirse, toplumumuzun beğeni eşiğinin gitgide aynı seviyeye geldiğini görüyorum bir süredir. Aynı şeylere gülen, aynı şeylere ağlayan, aynı şeyleri aynı yönleriyle eleştiren ne çok insan var hiç dikkat ettiniz mi? Popüler bir yazarın son kitabı herkes tarafından ya beğeniliyor ya eleştiriliyor, nice yazarın ve şairin bir kitabında yahut şiirinde daha anlamlı olan cümlesi yahut dizesi milyonlarca kişi tarafından eserden ayrı tutularak paylaşılıyor ve bir anlamda itibarsızlaştırılıyor. Çok popüler olduğu için örnek olarak vereyim; misal Oğuz Atay'ın "Tutunamayanlar" adlı kitabının bir sayfasını dahi okumamış biri sosyal paylaşım sitelerinde "Olric" ile dertleşebiliyor. Yahut doğru veya yanlışlığı kontrol edilmeden bir yığın şiir ve özlü söz Mevlana'ya atfedilebiliyor. Edebi duyarlılığı olmayanlar için bunlar pek fazla önemli noktalar değil fakat sanata saygı duyan biri için kabul edilemez bir riyakarlık, kıymet bilmezlikten başka bir şey değil bu yapılanlar.
Buradan bu konuya dikkat edelim diye seslenmek isterdim fakat maddi kaygıların bitmediği şu dünyada bu manevi kaygıyı duyabilecek insan sayısının çok olacağını düşünmüyorum. Biz iyisi mi kendimize dikkat edip içimizin rahat etmesini sağlayalım ve bizlerin çoğalması umuduyla dünya ile iyi geçinmeye çalışalım.
Başarabiliriz belki.
17 Aralık 2012 Pazartesi
19 Ekim 2012 Cuma
Nef'i; Seni de yâd ettik kusura bakma
ön söz, önceden söz;
"şiire gazele gönül verdim, şiire gazele..."
bir âh ile bu âlemi vîrân ederim ben "
nef'i
gerekçelerimi, sonradan baktığım zaman aslında çokta gerekli olmayan sebeplerden ötürü çokça önemli olmayan yerlerde bırakmıştım bundan kuş uçuşu nereden baksan beş dünya yılı öncesi bir vakitte. bu arınıklık haleti, ruhani anlamda fırtınalarla hemhal olan varlığımı bir nebze de olsa rahatlatmış olmalıydı benim hesaplarıma göre. ama burası çokça dünyaydı, hesaba katmadım bunu. çünkü burada umulan şeyler istisnalar dışında umulmadığı gibi nihayete erme konusunda birbirleriyle yarışıyordu sanki. hayır üzülmedim dersem yalan olur fakat salt olarak üzüldüm kelimesi benim hissettiklerimi tam olarak anlatamıyor ne yazık. oysa ben türkçeye çok ama çok güvenirdim. esasen o güvenim hala aynı şekilde devam ediyor. sanırım ben orhanveligibidüşünenbiradam oldum o anda kelimeler hakkında. evet, kelimelerin kifayetsiz kalabileceği anları ilk kez yaşıyordum belki. ömür değişik yaşamlıklarla dolu idi ne de olsa. misal pamuk şekerinin bildiğimiz toz şeker ile yapılıyor olduğunu öğrendiğim anda da bu hale benzer bir hal bulmuştum ruhumun üzerinde. onu silkeleyince hemen gitmişti ama bu halet gitmiyordu. ilk kez korktum bu yüzden ve korktuğum zaman istisnasız yaptığım şeyi yaptım, bildiğim sureleri okumakla başladım işe subhaneke'den, ayet'el kürsi'ye varıncaya kadar. sonra dua ettim sık sık. özel günleri fırsat bilip-hoş gör Allahım- daha da çok dua ettim.
sonra tüm bunların üzerine bir de uyku çöktü üzerime, uyudum. ama nasıl uyuyorum görmeliydiniz. ben de görmedim o halimi aslına bakarsanız ama siz görmeliydiniz. bir kere günlük uyku değildi o. hatta belki dünyadaki gün kavramından çok ama çok başka bir şeye dairdi. fazlaca dünyalı olduğum için idrak sınırlarım dahilinde mana veremedim pek tabii. ama görmeliydiniz, hatta aranızda bu dünyadan olmayanlar vardıysa mana dahi vermeliydiniz. sevinirdim.
rüya gördüm. bir at, hemen "at murattır" diye yordular hayra. neden öyleydi acaba? at ile murat arasındaki kafiye miydi bu yormanın temeli diye soramadım kimselere. çok merak ediyorum hala aklıma geldikçe. sonra beyaz bir bulut vardı ve gözü de vardı. birileri üstün açık kalmıştır diye espri bile yaptı oysa ben hiç gülmedim. vazgeçtim, gittim kimseye anlatmadım gerisini. oysa çok güzeldi devamı ama işin kötüsü ertesi gün unutmuştum geri kalanını. kısmet dedim.
tel örgülerle çevrilmiş olmasına rağmen gitgellerimiz sonucu bir yanından açılmış kapısı bulunan mahallemizin yeşil alanında en çok futbol oynanıyordu. hatta sadece futbol oynanıyordu. kimse o yeşillikte oturup kitap okumuyordu misal. gözümü kararttım ki rüyamı unuttuğum güne denk geliyor, gittim en kalın kitabımı yanıma alıp o yeşilliğe. tellerin yerini duvarlar almıştı. topraktan gökyüzüne uzanan çokça katlı ve dünyalık bir ev yükseliyordu o yeşillikte. belki binadakiler kitap okuyordur diyerek avunup gerisin geri döndüm ve gerekçelerimi bıraktığım yere varmış oldum.
ben bir şey yapmadım hor görmeyiniz, hepsi dünyanın suçu.
12 Ağustos 2012 Pazar
Korkma Sakın -2-
2.Bölüm (Bazı hayaller gerçek olmak zorundadır)
Aman Allahım diyecek kadar fırsat bulduğumu sanıyorum. Gözlerimi açtığımda tanımadığım bir yerde olduğumu tavandaki minyatür benzeri resimleri görmem ile anladım. Bu resimler kiliselerde bulunan resimleri andırıyordu. Bir gayret ile sağ ve sol yanıma göz attım. Çevrede ilginç bir şey yoktu. Daha doğrusu hiçbir şey yoktu. Uzunca bir boşluk ve sonunda bir ışık. Ellerim bağlı olduğu için daha fazla hareket edemedim. Sanıyorum masa benzeri bir şey üzerine bağlanmıştım ve öylece tavanı seyretmekten başka bir şey gelmiyordu elimden.
Öylece ne yapacağımı bilemeden kaç saat geçti bilemiyorum. Kurtulma çabalarım, sesimi duyurma amacım başarıya ulaşmadı. Çevreden de hiçbir şekilde bir ses duyulmuyordu.
O sırada bir kapı açıldığını duydum. Ayak tarafımdan olduğunu hissediyorsam da tam olarak göremiyordum olan biteni.
Sadece ayaklarını gördüğüm bir insan bana doğru yaklaşıyordu. Bana doğru yaklaştıkça daha net görebildiğim ayaklarından anlayabildiğim kadarı ile bu bir kadındı. Konuşmaya başladığında bu fikrimin doğru yahut yanlışlığını anlayabilecektim. Ve "sen de kimsin lanet olası" dedim. Cevap vermedi. "Hadi ordan be" diye cevap verdim. "Yaşamak risk isteyen bir uğraşıdır, almak ister misin" diye bir karşılık geldi. Evet, bu bir kadındı ama ne söylüyordu. "Sen kimsin önce onu söyle" dedim. "Peki" dedi ve o anda nereden çıktıklarını anlamadığım iki kişi iplerimi çözüp beni kaldırdılar. İşte o an onu ilk gördüğüm andı.
Bu yüz öyle bir yüzdü ki ilk gördüğüm anda bu yüz benim hayatımın içerisinde önemli bir yerde olacak bir yüz diye içimden geçirmiştim.
Nitekim zaman bir kez daha beni haklı çıkaracaktı.
"İyice bak bana" dedi. Bir süre cevap vermeden izlemeye devam ettim esrarengiz bu yüzü. Sonra "ee baktım, ne olacak şimdi" dedim. "Bu yüzü 5 dakika sonra göremeyeceksin" diye cevap verdi. Tüm küstahlığım ile "bu çirkin yüzü bir daha görmek isteyeceğimi de nereden çıkardın" dedim. Güldü. "Beni çirkin bulmana üzüldüm" dedi alaycı bir şekilde. "Ama beni göremeyecek olman tamamen senin aleyhine olacak" diye devam etti. Ben olanı biteni anlamlandırmaya çalışırken birden sesini yükseltmeye başladı. "Tamam, 5 dakika sonra bu kapıdan çıkacak ve tam olarak 1 ay sonra tekrar burada olacaksın." O sırada kolundaki saate baktı. "Evet, tam bir ay sonra yani 3 Kasım da" dedi. Bir şey anlamamıştım, "ee" dedim. "Onu istiyorum" dedi. "O ne" dedim. "M.K tam bir ay sonra seninle birlikte bu kapıdan içeri girmiş olacak" dedi. "M.K mı, o da kim yahu" dedim. "O sandıkta yer alan dosyayı okuduğuna göre her şeyi biliyor olmalısın" dedi. Hayır hiçbir şey bilmiyorum dememe fırsat vermeden, "peki süren başlıyor, al şunu bu senin tek anahtarın olacak" diye elime bir adet defter olduğunu düşündüğüm bir şey tutuşturdu. Daha sonra yandaki iki adama gözlerimi bağlamaları için talimat verdi. O sırada bağırıp çağırmalarıma hiçbir cevap alamadım.
Tekrar gözümü açtığımda kendimi o yalıda, o sandığın başında buldum. Kulaklarımda nabizeeek şeklinde bir ses vardı. Ürperdim zira hiçbir mana veremiyordum.
Kendimi toparladıktan sonra ufak bir göz gezdirme sonucu tek bir eksiği tespit ettim.
O dosya kağıdı yoktu.
O sırada içeri Alfonso girdi. Neler oluyor diye ona bir şeyler sormak istedim ama bir şey bilmediğini söyledi. Dediği, benim ona 2 saat süreyle beni yanlız bırakmasını söylediğimmiş.
Hiçbir şey hatırlamıyor, çokça endişeleniyordum.
Etiketler:
defter,
korku,
m.k,
nabizeek,
olağanüstü,
öykü,
postmodern
22 Temmuz 2012 Pazar
Korkma Sakın -1-
Nasıl anlatsam, bilemiyorum...
Sıcaklığın mevsim normallerinin çok üzerinde olduğu bir temmuz akşamı, vakit geçirmek için bir şeyler okumayı düşünüp kütüphanemi karıştırmaya başlamıştım. Üst raflarda duran ve daha evvel çeşitli vesilelerle birden çok kere okuduğum, tamamını okumasam bile konusuna dair fikrimin olduğu kitapları atlayarak daha kalın oldukları için alt raflara yerleştirdiğim kitaplara bakıyordum. sözlükler, ansiklopediler, bir iki osmanlıca divanın yanında duran, kapağı oldukça eski ve yer yer yırtılmış bir kitap dikkatimi çekti. Nereden aldığımı hatırlamıyordum. Aslında o kitabın var olduğunu dahi hatırlamıyordum. Benim gibi kitap alma hastalığına sahip birisi için çok garip bir durum değildi bu, kim bilir nereden almıştım bu kitabı.
Hiç vakit geçirmeden büyük bir iştahla kitabın sayfalarını karıştırmak amacıyla elime almamla irkilmem bir oldu. Zira kitabın arka kapağından elime siyah bir sıvı bulaştı. Heyecan ve korku ile ne olduğunu anlamak için kitabın arkasını çevirmem ile bundan sonra hayatımda daha fazla yer bulacak o kelime grubunu gördüm, "korkma sakın"
İşin rengi değişiyor gibiydi. İçinde bulunduğum durum tahminlerimin çok dışında bir şey olmalıydı. Zira bu olağanüstü haller normal bir insanın yaşayamayacağı, yaşamayı bırak düşünemeyeceği şeylerdi.
Ne çıkacağını bilmeden tüm cesaretimle kitabın kapağını çevirdim ve birazdan sizlere de sunacağım öykü ile karşılaştım. O heyecanla bir çırpıda okuduğum bu öyküyü bitirdiğimde içimde duygusallık, korku ve heyecan duygularını içeren bir hal zuhur etti. Çok aramama rağmen öykünün yazarı kimdir kim değildir bu konuya dair herhangi bir ipucu bulamadım ne yazık ki. Hal böyle olunca öyküde anlatılanların ne oranda yaşanmış şeyler olduğunu tespit edebilme şansım olmadı. Bazı olağanüstü motiflerin de yer aldığı bu öykü birinci tekil şahış ağzından ve bizzat kendisi tarafından yaşanmış bir biçimde anlatılıyor. toplam 30 bölümden oluşuyor ve her bölüm bir cümle ile baştan özetlenmiş.
Lafı daha fazla uzatmadan sizleri bu öykü ile baş başa bırakıyorum.
...
KORKMA SAKIN
1.Bölüm (Başlangıçlar her zaman büyük harfle başlar)
Geçtiğimiz gün bekçi Ahmet Efendi'nin ısrarlarına dayanamayarak boğaza nazır ve tam tamına beş sahip değiştirmiş o yalıya gitmeye karar verdim. Geçmişin o heybetinin aksine yalı o gün bitap bir biçimde bize bakıyor gibi idi. Sanki “hayır beni böyle bırakmayın, ben çok değerliyim” diyordu. O an Alfonsoya beni dışarıda beklemesini söyledim ve onu dışarıya gönderdim. Artık yaklaşık 400 yıllık bu binanın içinde yalnızdım. Sessizliğin verdiği huzur, tarihin verdiği o hafif endişeyi bastırıyor gibi idi. O heyecanla çevreyi incelemeye koyuldum. Osmanlı mimarisinin en güzel numunelerinden biri olan bu yalı, onca darbeye rağmen asil havasını koruyor gibi idi. Gözüm bir ara tavana takıldı. Önce gördüğüm güvercinleri her harabede olabilecek güvercinlerden sandım ama bir süre daha izledikten sonra güvercinlerin konuşlandığı yerde parlak bir cisim olduğunu gördüm. Heyecanla Alfonsoyu yanıma çağırıp bir merdiven bulmasını istedim. Alfonsoya o cismi gösterdim ve indirmesini emrettim. Alfonso güç bela cismi indirdi. Evet, tahmin ettiğim gibi bu bir sandıktı. Orada ne işi vardı ama? O heyecanla sandığı açmamla ilk şoku yaşamam aynı anda oldu. Sandığın kapağını açtığım anda, "aman adanalı yavrum adanalı evde duramıyom sana dadanalı" sözlerine sahip neşeli bir melodi yükselmeye başladı.
Şaşkındım, ne yapacağımı bilemedim önce. Ama bir süre sonra kapkara sandığın içindeki bir dosya kağıdını seçebildim. Aldım ve üzerindeki tozu nefesim ile temizledikten sonra okumaya başladım. Bu arada metin Osmanlı Türkçesi ile yazılmıştı ve şöyle yazıyordu;
“ adana vilayeti deyünce yadıma m.k geliyor. varoluşsal betimlerin vücut bulduğu o fizik, en karmaşık düşünce sistemlerinin yanıt bulduğu bilişsel doygunluk ve daha niceleri. hülasa m.k, bu ulusun başına gelmiş en önemli insanlardan biridir. adana halkı kendisine gereken ilgi ve alakayi gösterirseler, kendi hanelerine onlarca artı puan yazılacağı çok aşikardır.”
Garip bir metindi. Eski yazı ile olmasına rağmen oldukça yeni tanımlar içeriyordu. O şaşkınlıkla olayları çözmeye çalışırken yalının eskimiş ve gıcırdayan kapısı açılmıştı.
Etiketler:
korkma,
m.k,
olağanüstü,
öykü,
postmodern,
sandık
26 Şubat 2012 Pazar
Uykuya Dair
kendimi bildim bileli uykuyu seven bir bünyeye sahibim. kesik kesik olsa da 24 saat uyumuşluğum bile var. bu sebepten ötürü baldan tatlı olan şey nedir şeklinde sorulan bilmeceyi hep bilmişimdir. aslında bilmece mi bu tam emin değilim ama onu sorgulamanın yeri bu yazı değil.
bilmiyorum bu kişilikle mi alakalı, yoksa tembellikle mi? açıkçası neye yorsam bir taraftan evet, bir taraftan hayır diyorum. hepsinin biraz biraz bu alışkanlığımda payı var sanıyorum. kendinle barışık yaşamanın faydalı bir şey olduğunu düşündüğüm için bu huyumla pek gocunmamaya çalışıyorum.
esasen bu durumun gocunacak bir tarafı da yok. çok uyursan en fazla kendine zararın olur. fiziksel olarak bir zararı var mı, varsa ne boyutta bir zarar bilmiyorum açıkçası ama yaşamaktan çalınan zaman benim kastettiğim zarar. düşünsenize yaşamak denilen şey bitecek vakti gelince. yani sınırlı bir şey. biz bunu uykuda geçirirsek yaşamımızdan da çalmış oluyoruz. derler ya hani uyku yarım ölümdür diye. sonunda ölüm zaten varken ne diye yaşamak işini yaparken yarım ölüme müptela olalım ki? ama bunu gel ve bedene anlat. olmuyor ne yazık ki.
ben insana dair bir konu hakkında bir şeyler söylemeden önce olabildiğine farklı yönlerini ele almaya çalışıyorum. belirttiğim farklı yönlerin ilki ise insanlıkla alakalı olan yön. şöyle ki bir durum şahsi bir durum değildir. yani dünya üzerinde bunca zamandır yaşayan onca insan oldu ve onlar da bir şekilde benzer durumlarla karşılaştı. belki adı, belki mahiyeti değişti durumun fakat onun insanlıkla olan alakasına hiçbir şüphe getirmiyor bu değişiklikler.
uykuya dair bir şeyler yazma fikrini edindiğimde de aynen bu şekilde uykunun insanlıkla olan alakasını düşündüm. sevdiğim için önce divan şiiri geldi aklıma, yine sevdiğim için enderunlu vasıf’tan bir beyit;
ben göz açmam hâbdan bîdârdır gönlümdeki
gerçi ben mestim velî hûşyârdır gönlümdeki
aşağı yukarı, “ ben uykudan gözümü açamıyorum ama gönlümdeki uykusuzdur. gerçi ben mest olmuş durumdayım ama gönlümdeki ayık durumdadır.” manasına gelen ve olabildiğine şerh edilmeye açık, tasavvufi öğeler içeren bu beyit üzerine bir şeyler yazmaya niyetlenmiştim ki sesi hafif açık durumda olan radyodan bağlamanın verdiği ve insanın gam telini titreten bir ses eşliğinde bazı kelimeler yükseldi;
uykuda mısın
sevgili yarim
uyan uyan
aç pencereni,
göreyim yüzünü,
uyan…
neşet ertaş o kadar içli, o kadar tasvir edici söylüyordu ki bir anda yanı başımda uyuyan biri var ve ben onun başında bu türküyü söylüyormuşum gibi hissettim.
bu bir işaretti sanki ve o andan sonra aklıma içerisinde uyku geçen türküler gelmeye başladı. sevdiceğine bigane maşukların anlatıldığı, aşıkların gönüllerinden dökülmüş biz kokan türküler.
şairim
zifiri karanlıkta gelse şiirin hası
ayak seslerinden tanırım
ne zaman bir köy türküsü duysam
şairliğimden utanırım.
demiş zamanında bedri rahmi.
köy türküsü şeklinde belirtmesi biraz kafa karıştırıcı olsa da türkülerin hissetmeyi bilene neler hissettirebileceğini çok iyi anlatmış üstad. öyle derin, öyle gerçekçi şeyler ki türküler içine dalıp geri çıkmak hiç mümkün gözükmüyor. hiçbir şey gözden kaçmıyor türkülerde, bazen neşe verici formda, çoğu zaman ise hüzün verici şekilde ne var ne yok bir bir söyleniyor.
uyku da bu derin dünyanın en çok kullandığı kavramlardan biri şüphesiz.
öncelikle bir erzurum türküsü,
şafak söktü yine sunam uyanmaz
hasret çeken gönül derde dayanmaz
çağırırım sunam sesim duyulmaz
uyan sunam uyan derin uykudan
nasıl bir dert, ne derecede büyük bir hasrettir bu? sevdiği insanın tek bir zerresine zarar vermekten imtina eden aşık onun bir an önce uyanmasını istiyor. dertten o kadar naçar ki imdat istemeye çalışırken sesini duyuramıyor. ölüm de gerçek.
aynı geleneğin bir başka ürününde;
yerdeki karıncalardan
sakınırım kıskanırım.
demiş aşığın bu çılgınlığının sebebi olan hasretin boyutlarını hayal etmek bile güç.
azeri ellerinde de aşık aynı aşık;
elma attım yasdığına dayandı
yasdığ da gızıl güle boyandı
sennen yatan o sunalar uyandı
uyan gözlerine kurban olduğum
demiş, ne güzel demiş. tıpkı kıbrıs ellerinde, magusa limanı’na bakarak ali’sine uyan diyen aşık gibi.
uyan ali’m uyan uyanmaz oldun
yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun
hüzün dedik ya hani, hüzün deyince aklıma gelir harput yöresinden yükselen bir avaz;
pencereden bir taş geldi
ben sandım ki mamoş geldi
uyan mamoş, uyan mamoş
başımıza ne iş geldi.
bekir hoca’nın, mamoş’un ve firdevs’in hikayesi.
neden sever ki insan bu acıyı, bu acıya yakılan ağıdı? ne için yüreğin dağlanması hep çekici olmuştur? sanıyorum bugüne kadar bu sorulara verilen en iyi cevap hilmi yavuz’a ait. çok uzunca, karmakarışık bir cevapta değil üstelik. kısacık ve çok net. “hüzün ki en ziyade yakışandır bize, belki de en iyi anladığımız.”
sadece uyanmayan sevgililer yok ki. maşuk ne kadar uyur olursa olsun aşığın gözüne damla uyku girmez. zira içeride sevgili vardır ve onu kaybetmekten çok korkar. hani diyor ya;
fikrimden geceler yatabilmirem
uyanmayan, uyumayanların yanında bir de uyananlar var ki onlar ne kadar derin izler bırakmış gönüllerde. uykudan uyanmış gözleri mahmur sevgiliden daha şirin biri var mıdır aşığın gözünde? hal böyle iken aşık eline sazını alıp bu duruma bir nağme demez olur mu hiç?
eyvanına vardım eyvanı çamur
odasına vardım elleri hamur
uykudan uyanmış gözleri mahmur
ömrümde görmedim böyle gelini
uykuya dair daha nice türkü vardır eminim. ilk planda aklıma gelenlerden bazılarından örnekler vererek bana hissettirdiklerinden birkaç cümle kurmaya çalıştım. gönülde bir ateş var ise her şekilde o sıcağı dışarı vurabiliyor. görmezden gelmek, hissetmemeye çalışmak boş bir uğraş. türküler de aynı şekilde tamamen insani öğelerden oluşuyor. “türküz, türkü dinleriz” diye bir cümle okumuştum bir yerlerde ve çok hoşuma gitmişti. bizi bize anlatan bu değerin mahiyetini çok güzel anlatmış bir cümlede.
hülasa bizi, bizi dinleyen bilir.
not: yazıda kullandığım fotoğrafların hakları sahiplerine aittir.
bilmiyorum bu kişilikle mi alakalı, yoksa tembellikle mi? açıkçası neye yorsam bir taraftan evet, bir taraftan hayır diyorum. hepsinin biraz biraz bu alışkanlığımda payı var sanıyorum. kendinle barışık yaşamanın faydalı bir şey olduğunu düşündüğüm için bu huyumla pek gocunmamaya çalışıyorum.
esasen bu durumun gocunacak bir tarafı da yok. çok uyursan en fazla kendine zararın olur. fiziksel olarak bir zararı var mı, varsa ne boyutta bir zarar bilmiyorum açıkçası ama yaşamaktan çalınan zaman benim kastettiğim zarar. düşünsenize yaşamak denilen şey bitecek vakti gelince. yani sınırlı bir şey. biz bunu uykuda geçirirsek yaşamımızdan da çalmış oluyoruz. derler ya hani uyku yarım ölümdür diye. sonunda ölüm zaten varken ne diye yaşamak işini yaparken yarım ölüme müptela olalım ki? ama bunu gel ve bedene anlat. olmuyor ne yazık ki.
ben insana dair bir konu hakkında bir şeyler söylemeden önce olabildiğine farklı yönlerini ele almaya çalışıyorum. belirttiğim farklı yönlerin ilki ise insanlıkla alakalı olan yön. şöyle ki bir durum şahsi bir durum değildir. yani dünya üzerinde bunca zamandır yaşayan onca insan oldu ve onlar da bir şekilde benzer durumlarla karşılaştı. belki adı, belki mahiyeti değişti durumun fakat onun insanlıkla olan alakasına hiçbir şüphe getirmiyor bu değişiklikler.
uykuya dair bir şeyler yazma fikrini edindiğimde de aynen bu şekilde uykunun insanlıkla olan alakasını düşündüm. sevdiğim için önce divan şiiri geldi aklıma, yine sevdiğim için enderunlu vasıf’tan bir beyit;
ben göz açmam hâbdan bîdârdır gönlümdeki
gerçi ben mestim velî hûşyârdır gönlümdeki
aşağı yukarı, “ ben uykudan gözümü açamıyorum ama gönlümdeki uykusuzdur. gerçi ben mest olmuş durumdayım ama gönlümdeki ayık durumdadır.” manasına gelen ve olabildiğine şerh edilmeye açık, tasavvufi öğeler içeren bu beyit üzerine bir şeyler yazmaya niyetlenmiştim ki sesi hafif açık durumda olan radyodan bağlamanın verdiği ve insanın gam telini titreten bir ses eşliğinde bazı kelimeler yükseldi;
uykuda mısın
sevgili yarim
uyan uyan
aç pencereni,
göreyim yüzünü,
uyan…
neşet ertaş o kadar içli, o kadar tasvir edici söylüyordu ki bir anda yanı başımda uyuyan biri var ve ben onun başında bu türküyü söylüyormuşum gibi hissettim.
bu bir işaretti sanki ve o andan sonra aklıma içerisinde uyku geçen türküler gelmeye başladı. sevdiceğine bigane maşukların anlatıldığı, aşıkların gönüllerinden dökülmüş biz kokan türküler.
şairim
zifiri karanlıkta gelse şiirin hası
ayak seslerinden tanırım
ne zaman bir köy türküsü duysam
şairliğimden utanırım.
demiş zamanında bedri rahmi.
köy türküsü şeklinde belirtmesi biraz kafa karıştırıcı olsa da türkülerin hissetmeyi bilene neler hissettirebileceğini çok iyi anlatmış üstad. öyle derin, öyle gerçekçi şeyler ki türküler içine dalıp geri çıkmak hiç mümkün gözükmüyor. hiçbir şey gözden kaçmıyor türkülerde, bazen neşe verici formda, çoğu zaman ise hüzün verici şekilde ne var ne yok bir bir söyleniyor.
uyku da bu derin dünyanın en çok kullandığı kavramlardan biri şüphesiz.
öncelikle bir erzurum türküsü,
şafak söktü yine sunam uyanmaz
hasret çeken gönül derde dayanmaz
çağırırım sunam sesim duyulmaz
uyan sunam uyan derin uykudan
nasıl bir dert, ne derecede büyük bir hasrettir bu? sevdiği insanın tek bir zerresine zarar vermekten imtina eden aşık onun bir an önce uyanmasını istiyor. dertten o kadar naçar ki imdat istemeye çalışırken sesini duyuramıyor. ölüm de gerçek.
aynı geleneğin bir başka ürününde;
yerdeki karıncalardan
sakınırım kıskanırım.
demiş aşığın bu çılgınlığının sebebi olan hasretin boyutlarını hayal etmek bile güç.
azeri ellerinde de aşık aynı aşık;
elma attım yasdığına dayandı
yasdığ da gızıl güle boyandı
sennen yatan o sunalar uyandı
uyan gözlerine kurban olduğum
demiş, ne güzel demiş. tıpkı kıbrıs ellerinde, magusa limanı’na bakarak ali’sine uyan diyen aşık gibi.
uyan ali’m uyan uyanmaz oldun
yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun
hüzün dedik ya hani, hüzün deyince aklıma gelir harput yöresinden yükselen bir avaz;
pencereden bir taş geldi
ben sandım ki mamoş geldi
uyan mamoş, uyan mamoş
başımıza ne iş geldi.
bekir hoca’nın, mamoş’un ve firdevs’in hikayesi.
neden sever ki insan bu acıyı, bu acıya yakılan ağıdı? ne için yüreğin dağlanması hep çekici olmuştur? sanıyorum bugüne kadar bu sorulara verilen en iyi cevap hilmi yavuz’a ait. çok uzunca, karmakarışık bir cevapta değil üstelik. kısacık ve çok net. “hüzün ki en ziyade yakışandır bize, belki de en iyi anladığımız.”
sadece uyanmayan sevgililer yok ki. maşuk ne kadar uyur olursa olsun aşığın gözüne damla uyku girmez. zira içeride sevgili vardır ve onu kaybetmekten çok korkar. hani diyor ya;
fikrimden geceler yatabilmirem
uyanmayan, uyumayanların yanında bir de uyananlar var ki onlar ne kadar derin izler bırakmış gönüllerde. uykudan uyanmış gözleri mahmur sevgiliden daha şirin biri var mıdır aşığın gözünde? hal böyle iken aşık eline sazını alıp bu duruma bir nağme demez olur mu hiç?
eyvanına vardım eyvanı çamur
odasına vardım elleri hamur
uykudan uyanmış gözleri mahmur
ömrümde görmedim böyle gelini
uykuya dair daha nice türkü vardır eminim. ilk planda aklıma gelenlerden bazılarından örnekler vererek bana hissettirdiklerinden birkaç cümle kurmaya çalıştım. gönülde bir ateş var ise her şekilde o sıcağı dışarı vurabiliyor. görmezden gelmek, hissetmemeye çalışmak boş bir uğraş. türküler de aynı şekilde tamamen insani öğelerden oluşuyor. “türküz, türkü dinleriz” diye bir cümle okumuştum bir yerlerde ve çok hoşuma gitmişti. bizi bize anlatan bu değerin mahiyetini çok güzel anlatmış bir cümlede.
hülasa bizi, bizi dinleyen bilir.
not: yazıda kullandığım fotoğrafların hakları sahiplerine aittir.
Etiketler:
azeri,
enderunlu vasıf,
magusa limanı,
mamoş,
neşet ertaş,
türkü,
uyku
4 Şubat 2012 Cumartesi
Söyleyemem Derdimi
önceden not: hayır, başlıkta yer alan ve çok sevdiğim şarkıya dair değil yazacaklarım. ama ne önemi var. insan varsa, her devirde bir şeyleri söyleyememekte var.
eğerçi dâğ-ı sînem yâre arz etmek murâdımdır
velâkin za'fdan tâkat mi var çâk-i girîbâna
sinanî
divan şiirinin yaşadığı dönemlerde yaşamak isterdim. fuzuli’nin şiirlerini o hayatta iken okumak mesela, yahut istanbul’da gezintiye çıktığımda nedim ile karşılaşmak ve onun son şiirini bizzat ağzından duymak.
öyle bir şey ki bu, bazen bir beyite rastlarsınız ve yahu bu nasıl bir hayal gücü, bu bulunduğu durumu ne kadar iyi ifade eden bir üslup der, hatta üstüne daha fazla şey demek istersiniz de kelimeler kifayetsiz kalır diyemezsiniz. içinizdeki çoşku ile ve bir şeyi tam anlamıyla ifade edememenin garipliği ile öylece durakalırsınız.
sinani’nin bu beyitini gördüğüm zaman işte tam olarak o hale düştüm. bilmiyorum aslında abartıp abartmadığımı. çokta umrumda değil gerçi. şiir okuyana ait değil midir sonuçta? ben bu beyiti alır kendi hayal dünyamdaki kahramanları oynatarak zihnimde başka bir hale sokabilirim elbette. o sebeple bu beyite verdiğim büyük dikkati gereksiz görmüyorum.
aslında herkesin anlayabileceği bir şiir olmasını isterdim şu en başta yazan beyitin. ben yahu şu beyit bana bunu bunu hissettiriyor dediğimde bana da şöyle şöyle hissettiriyor diyenlerin çokça olmasını isterdim. yani en azından şu beyitte geçen tüm kelimeleri herkesin anlayabilmesini. ama elde olan bir şey değil bu. bende bunu sevdim, bu şiire gönül verdim, belki bu şiirde kendimi buldum ya da her neyse işte. esasen çok zor olmadığını düşündüğüm bu kelimelerin anlamını aşağı yukarı herkesin çok rahat bir şekilde öğrenebileceği kanaatindeyim. ne yazık ki ufacık bir zorluğa tahammül edemeyip, hazır olana yetinen insanlardan şikayetçiyim ama bu yazı içerisinde bir şey demeyeceğim.
şimdi bu beyiti kabaca günümüz türkçesi ile ifade etmeye çalışayım. beyit, “ göğsümün yarasını yâre göstermek istiyorum ama acıdan, bitkinlikten gömleğimi yırtmaya halim yok” diyor. günümüz türkçesi ile ifade ettik beyiti ama sanıyorum yeni bir problem daha çıktı, ne demek istiyor? divan şiirine, divan şairinin dünyasına ve divan şiirinin terminolojisine dair fikri olmayan birçok kişi bu soruyu dillendirecek çok büyük bir ihtimalle. bundan dolayı aklım erdiğince şu beyiti anlatmaya, anlamayanı beyitin içine çekmeye çalışmayı deneyeceğim.
genelde beyitler açıklanırken-şerh etmek denir aslında- içlerindeki belli kavramlar-mazmunlar diyebiliriz bunlara- ele alınarak beyitin içine dalınır. ben de öyle yapmaya çalışacağım.
efendim, beyitte ilk açıklamam gereken kavram “dağ-ı sine” yani göğüs yarası. ne demek göğüs yarası peki? aslında adı üzerinde göğüsteki yara demek. ama tabii buradaki göğüsten kasıt kalp, yani aşkın merkezi. fakat herhangi bir kalp değil bu, aşık olanın kalbi. divan şiirinde aşık daima erkektir. bunun istisnası yoktur. divan edebiyatı formunda şiir yazdığı bilinen hanım şairler bile şiirlerinde daima buna uygun şiirler vermiş ve sevgiliyi ahu gözü ile, şeker dudağı ile, ayva tüyleri ile tanımlamış ve ona olan hayranlığını dile getirmiştir.
maşuk, yani sevgili ise divan şiirinin başrolündedir. başrol ama nasıl başrol? kaprisli mi kaprisli, bigane mi bigane, gaddar mı gaddar. yani bir insana acı çektirebilecek her türlü donanıma doğuştan sahip bir varlıktır maşuk. bu işlemi o kadar ustalıkla yapar ki, yaptığı onca cefaya rağmen aşık onun kapısından bir dem olsun ayrılmak istemez. nedir peki aşığı maşuğun kapısından ayırmayan bu sır, bu yol?
gamze denilen bir şey var a dostlar. süzgün bakış diye tanımlanan ve bir aşığın aşık olmasına sebep olan o kutlu hadise. sevgilinin aşığa bakması ve gözlerini bir yay gibi kullanıp, kirpiklerini ok misali aşığın kalbine atması. bu bakış aşığın bağrına gelir ve orayı tarumar eder. sevgilinin bu bakışı aşığı öyle bir hale getirir ki aşık çektiği acıyı zevk edinir ve sevgiliye delicesine bağlanır. ondan gelen her cefayı iltifat sayar, onun aşığı olmakla övünür ve ağyar ile kıyasıya bir mücadeleye tutuşur. bu yolda her şeyinden caymaya her dem hazırdır. bitap hali, kan revan içinde kalan bağrı hiç ama hiç önemli değildir. ne de olsa hepsi sevgili uğrunadır.sevgili ki elest bezminde göz açıp kapayana kadar ki süre içerisinde gördüğümüz ilahi sevgiliden bir parça taşıyandır. sevgili ki en kusursuz, en güzeldir. hal böyle iken aşığın sevgiliye duyduğu bu hudutsuz tutkunun sorgulanması dahi abestir.
evet bu azıcık derinliğe dalmadan sonra beyite geri dönelim. “dağ ı sine” ye.
işte, sevgilinin gamzesi ile oluşan bu yaralar, aşığın velinimeti, dağ ı sinesidir. bir anlamda aşık olmanın nişanıdır bu yaralar. aşık bu yaraları ile övünür, ne de olsa sevgili ona iltifat etmiş ve bağrını kanatmıştır. sevmeseydi bakmaya dahi tenezzül etmezdi zira.
beyitte ikinci olarak “çak ı giriban” kavramından kısaca bahsedelim. bunu ise yaka yırtmak şeklinde ifade edebiliriz. yani aşk o derecede çoşku ile aşığı esir alıyor ki, aşık kendinden geçerek göğsünü dövüp, gömleğini yırtıyor.
şimdi ise beyiti toparlayalım.
aşık, efendisinin karşısına çıkıp aşıklığın nişanesi, sevgilinin ona bir lütfü olan bağrının yaralarını gösterip, işte ben senin aşığınım demek istiyor. ama aşk ona o derece harap edip güçsüz kılmış ki gömleğini yırtıp göğsünü açmaya derman bulamıyor. ne büyük bir talihsizlik, ne acı bir hal.
bazen içine daldığım bu beyitler hayal dünyama çok çok fayda sağlıyor. bu dünyayı düşünmek bile başlı başına büyük bir hayal kurma işi. bir de azıcık derinlere dalmaya meraklı biri iseniz keşfedilmemiş çokça şeyi keşfetmeniz işten bile değil. bilmiyorum karşıdan, çok uzaktan bakınca nasıl gözüküyor bunlar ama korkmayın yahu, gelin bir kafanızı uzatıp bakın. ben içerideyim bakın boy bile veriyorum size.
divan şiiri insandan müteşekkil.
Etiketler:
arz ı hal,
aşık,
bülbül,
derdimi,
divan şiiri,
maşuk,
sinani,
söyleyemem
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)